George Monbiot’nun 09.12.2022 tarihinde The Guardian’da yayımlanan yazısının çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.
Sadece kayıtsızlık meselesinden ibaret bir şey değil bu. Başkalarının hayatlarına karşı etkin ve ölümcül olan, çevresini hiçe sayan bir tavır; başka ülkelerin de peşinden gittiği bir örnek.
Üyeleri küresel ekoloji krizini tartışmak üzere şu sıra Montreal’de toplanmış olan biyolojik çeşitlilik sözleşmesi konusunda iki olağandışı olgu var elimizde. Birincisi şu: Dünyadaki 198 devletten 196’sı bu sözleşmeye taraf. İkinci olgu da sözleşmeye taraf olmayanların kimliği. Kimler peki taraf olmayanlar? Haydi bir tahminde bulunun. Kuzey Kore? Rusya? Yanıldınız işte. Bu ülkelerin her ikisi de yıllar önce sözleşmeyi onayladı. Taraf olmayan iki ülkeden biri Papalık (Vatikan). Öteki ise Amerika Birleşik Devletleri.
Biyolojik çeşitlilik sözleşmesi ABD’nin onaylamayı reddettiği belli başlı uluslararası sözleşmelerden sadece biri. Diğerleri arasında uluslararası suçlar konusunda Roma statüsü gibi can alıcı önemde hukuk belgeleri, misket bombaları ile kara mayınlarını yasaklayan antlaşmalar, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklayan sözleşme, tehlikeli atıklar konusundaki Basel sözleşmesi, uluslararası deniz hukuku sözleşmesi, nükleer denemelerin yasaklanması antlaşması, istihdam politikaları sözleşmesi ve engelli kişilerin hakları sözleşmesi de var.
Kimi durumlarda ABD taraf olmayı reddeden az sayıda ülkeden biri oluyor sadece. Diğer reddeden ülkelerse genellikle ya yönetim kapasitesi pek düşük olan yoksullaşmış ülkeler ya da habis diktatörlükler. ABD, yeryüzünde çocuk hakları sözleşmesini onaylamayan tek bağımsız ülke. Belki bu, çocuklara şartlı tahliye imkânı olmadan ömür boyu hapis cezası veren ve ayrıca birçok zalimane siyaseti yürürlükte bulunan tek ülke olmasından dolayıdır. Başkaları oyunu kurallarına göre oynarken dünyanın en güçlü ülkesi bunu reddediyor. Eğer bu ülke bir kişi olsaydı onu bir psikopat olarak adlandırırdık. Bir kişi olmadığına göre ona adlı adınca hitap edelim o zaman: O bir haydut devlet.
ABD küresel yönetme yöntemi üzerindeki demokrasi dışı tahakkümü sayesinde kuralları kendi koyuyor ve bunu bütün öteki devletlerden daha büyük ölçüde yapıyor. Ayrıca, bu kuralların hem uygulanmasını hem de yürürlüğe girmesini önleme konusunda da tüm diğer ülkelerden daha fazla gayret gösteriyor. Biyolojik çeşitlilik sözleşmesi gibi antlaşmaları onaylamayı reddetmesi, öteki ülkelere de sadece lafta kalan bir katılımı sürdürme konusunda daimi bir bahane sağlıyor. Tüm emperyal güçlerde olduğu gibi ABD’nin hegemonyası da umursamama hakkını ileri sürmesinde ifadesini buluyor.
Daha merhametli bir dünya için uğraşanlara musallat olan soru hep aynı ama daima şaşırtıcı: Başkalarını dünyayı umursamaya, ona özen göstermeye nasıl ikna edebiliriz? Varoluş krizlerimizi çözme konusundaki özellikle ABD Senato’sunda ifade edilen ilgi eksikliği pasif bir istisnacılık değildir. Bu, başkalarının hayatı hakkında özenli olmayı aktif, gururlu ve kuduruk bir şekilde reddetmektir. Bu reddiye şimdi dünyayı silip süpüren eski-yeni politikanın itici gücüdür.
Hollanda’daki azot krizini ele alalım. Ta 1980’lerden beri bilim insanları azot bileşiklerinin –öncelikle tarım yüzünden– aşırı salımının, toprak ve suların onları emme kapasitesini aşarak akarsuları öldüreceği, yeraltı sularını kirleteceği, toprağı tahrip edeceği, yaban bitkilerini silip süpüreceği ve ağır ama üzerinde pek konuşulmayan bir hava kirliliği sorununa yol açacağı konusunda uyarıda bulunuyorlar. Buna rağmen, peş peşe gelen hükümetleri bu konu üzerine eğilmeye ikna etmek mümkün olamadı. Birbiri peşi sıra gelen hükümetlerin bu uyarılar karşısında harekete geçmekten aciz kalması, sorununun sürekli büyüyüp felaket seviyelerine varmasına yol açtı. 2019’da Hollanda danıştayının kirlenme seviyelerinin Avrupa kanunlarına aykırı olduğu yolunda aldığı bir karar, günün hükümetini kendisinden öncekilerin tedrici olarak yapmakta aciz kaldığını aniden yapmak yani bu kirlenmenin belli başlı kaynaklarından bazılarını kapatmak zorunda bıraktı.
Bu karar, bundan en çok etkilenen sektörlerden, öncelikle de hayvancılık sektöründen gelen çok sert ve öfkeli bir tepkiyi tetikledi. Çiftçilerin protestoları, tıpkı Ottawa’daki kamyoncular grevi gibi, şimdi dünyanın dört bir yanında aşırı sağın en çok ses getiren davalarından (cause célèbre) biri hâlini aldı. Sağ kanat politikacılar azot krizinin, gerçek Hollanda kimliğini temsil ettiğini iddia ettikleri çiftçilerin topraklarını onların ellerinden almak ve bu toprakları Dünya Ekonomik Forumu gibi “küreselci” güçlerin arzusu üzerine mültecilere ve diğer göçmenlere devretmek için bir bahane olarak kullanıldığını iddia etmekteler.
Yani diğer bir deyişle, mesele “büyük sıfırlama” (great reset) ve “büyük ikame” (great replacement) diye adlandırılan komplonun kuramcıları tarafından benimsendi: Bu kuramcılar ülkede yerel ve beyaz insanları “başka kültürler”le değiştirme yolunda kasıtlı politikalar geliştirildiğini iddia ediyorlar. Şimdi bazı Hollandalı çiftçiler de bu iddiaları benimsemiş durumdalar ve daha da aşırı bazı komplo kurguları geliştirmekteler ki bu kurgular şiddet olaylarında bir tırmanmayı ateşlemeye yardımcı olmuş olabilir.
Bu temalar uzun zaman önce yerleştirilmiş bazı klişe ve mecazların revizyondan geçirilmiş versiyonları. Çiftçiliğin “kozmopolit” ve “yabancı” güçlerden korunması gereken “köklü” ve “sahici” milli kimliği temsil ettiği yolundaki düşünce 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da faşist düşüncenin temel yapıtaşlarından biriydi. Azotlu gübreler şimdilerde Rusya’dan, büyük ve küçükbaş hayvanların yemleri ABD ve Brezilya’dan ithal ediliyorsa edilsin, ne olmuş yani? Entansif hayvancılık modeli artık bütün dünyada aynıysa, yani Hollanda etleri, yumurta ve sütleri “yerel” diye, hatta bazen “bağımsız ve özerk” sektör ürünleri diye piyasaya sürülüyor ve bunların “globalizm” güçleri tarafından tehdit altında oldukları ileri sürülüyorsa, ne olmuş yani?
Yıllar yılı sürüp gitmiş olan böylesi özen ve dikkat kayıpları yüzünden şimdi artık çok yönlü ve keskin birçok kararın alınacağı noktaya yaklaşmaktayız. Bu yol ayrımında hükümetler artık ya on yıllardır yapılmış olması gereken değişiklikleri önümüzdeki aylar içinde yapmak ya da sivil hayatın kritik bileşenlerinin çöküşüne seyirci kalmak zorundalar. Bu bileşenlerin tartışmasız en önemli olanı ise üzerinde yaşanabilir bir gezegen oluyor tabii. Her hâlükârda, uçurumun kenarındayız.
Biz uçurum kenarlarına doğru koşar adım gideduralım, umursama ve özen konusunda daha da şiddetli reddiyelerle karşılaşmamız pek muhtemel. Mesela, biz zengin ülkelerin yurttaşları olarak, özen ve sorumluluktan oluşan ikiz görevlerimizi yerine getireceksek eğer, ekonomilerimizin orantısız bir şekilde sebep olduğu iklim ve ekoloji çöküşü yüzünden yerlerinden yurtlarından olacak çok daha fazla sayıda mülteciyi kabul etmeye hazırlıklı olmalıyız. Ancak, bu yerinden yurdundan edilme krizi (ki dünyanın şimdiye kadar gördüğü mülksüzleştirme olgularının tümünden çok daha büyük olabilir) ufukta belirirken, daha önce bir türlü eyleme geçememiş olmamız yüzünden birikip üst üste binmiş yükümlülükleri öfkeyle reddeden yeni bir tepkisel aşırı sağcı siyaset dalgasını da tetikleyebilir. Buna karşılık, aşırı sağ siyasetin yeniden canlanmasının anlamlı çevre eylemlerini ortadan kaldırma ihtimali de var. Yani, kendi kendini besleyen bir çöküş tırmanışı tehdidiyle yüz yüze bulunmaktayız.
Kırmaya çalışmamız gereken sarmal bu işte. Kaçırılan her fırsatta –ki işaretler, Montreal zirvesinin bir başka büyük hayal kırıklığı olabileceğini göstermekte– nazik ve ince eylem alanları daralırken sert ve haşin kararlar alma telaşı artıyor. Bazılarımız yıllar yılı yumuşak iniş için kampanyalar yürüttük. Ama o çağ geçti artık. Artık sert inişler çağındayız. Kayıtsızlığın yükselişine aleni, gözle görünür ve belirgin bir özen politikasıyla karşılık vermeliyiz.
* George Monbiot’nun The Guardian için yazdığı metne buradan ulaşabilirsiniz.
Çeviren: Ömer Madra